31 Mart 2012 Cumartesi

KUR’AN-I KERİM’DEKİ

Dünya ve yer bilimleri.

Ben şahsen kuranın verdiği mesajları hep merak etmişimdir. Mealini uzun zaman önce okuduğumda şaşırmıştım. Çünkü duyduklarımızın çok fazlası vardı. Birçok konudan örnekleri ile bahsediyordu. Birkaç kez okuduktan sonra yine okusanız sanki ilk kez karşılaşıyorsunuz gibi başka bir konu dikkatinizi çekiyor. Hiç bir zaman her şeyi okudum anladım diyecek bir hale gelemiyorsunuz. En azından benim durumum böyle. Ve kuran büyük bir okyanus gibi hiç bitmiyor. Allah Teâlâ kullarının ihtiyacı olan her konuda yol gösteriyor örnekler veriyor.

Kuranı kerim Arapça inmesinin nedeni kanımca indiği topluluğun bu dili konuşması ve kâinatın efendisi yüce peygamberimizin (s.a.v) efendimizin bu coğrafya da doğup Arapça konuşması idi. Tabi ki en doğrusunu yüce Allah bilir. Fakat Kuranı kerim sadece indiği topluluğa değil tüm insanlığa yol göstermesi için indiğinden onun diğer dillere de çevrilip anlaşılması gerekir. Zaten bu şekilde de yapılmıştır. Arapça bilmeyen ya da yeteri kadar bilmeyen Müslümanlar okudukları ya da dinledikleri kurandan çok fazla yararlanamamaktadırlar. Bu da kuranın vermiş olduğu mesajları yeterince anlaşılmamasına sebep olmaktadır.

Günümüzde çok değerli ilim adamları hayatlarını kuran ilmine adamış değerli hocalarımız ve eserleri bulunmaktadır. Güvenilir mealleri bulunmaktadır. Artık ben Arapça bilmiyorum onun için kuran da neler var anlamıyorum demek mümkün değil. Kuranı kerim sadece namaz duaları ve ölülerimizi ziyaret ettiğimizde okunan dualar olarak çok dar bir çerçevede değerlendireceğimiz bir şey değildir ve olamaz.

Yüce Allah’ımız bize kitabında nelerden bahsettiğini hangi örnekleri verdiğini hangi mesajları verdiğini ve gösterdiği kurtuluş yolunun ne olduğunu artık kendi lisanımızdan okuyup bu perdeyi gözlerimizin önünden ve beynimizden kaldırmalıyız.

Bu kapsamda şahsi olarak çektiğim bir sıkıntı vardı. Mesleğim olan jeomorfoloji ve denizcilik alanında kuranda neler vardı. Bunu merak ediyordum. Allahın toplumları cezalandırması hep doğal afetler ve jeolojideki volkanlar, depremler, seller, gibi olaylarla olmaktaydı. Ayrıca rızık aramada denizlerin önemine ayrıca vurgu yapılmaktaydı. Ovalara, nehirlere, dağlara, renkli topraklara, yağmura bu unsurlar hepsi az yâda çok benim meslek ve ilgi alanımdı. Bununla ilgili çalışmaları aradım yazılmış olan eserler var mı diye baktım ama bu alanda yani yerbilimleri ve kuran alanında yazılmış eserleri pek bulamadım . Elime geçen ilk eser. Süleyman Aksoy Kur’an ın Jeolojik sırları diye kitabı idi. Kitabı incelediğimde jeoloji ve kuran ile çok fazla detayın olmadığını gördüm. İçinde astronomi ve güneş sistemi de yer almaktaydı.

Ben bu çalışmayı yaparken öncelikle bu jeoloji alandaki eğitimim denizcilik alanındaki tecrübelerim ve alanında kendini ispatlamış akademisyenler, hocalarım ve değerli yazarların makaleleri ve yazılarından da istifade ederek gerçeğe dayalı ispatlanabilir tekrarlar sonrası da aynı sonuçların alındığı tarihte ve yakın tarihte yaşanmış gerçeklerle de örtüşen bilgilerle donanmış bir çalışma yapmak istedim. Ben biyoloji, astronomi ve ya başka bir bilim dalında yazılar yazmak için yeterli değilim. Bir çalışma yapsam da sadece konunun uzmanlarının düşüncelerini aktaran bir çalışma olabilir herhangi bir yorum yapmak katkıda bulunmak söz konusu olamaz. Bende bu sebepten dir ki yerbilimleri ve deniz hakkında hem yaşadıklarımı hem de eğitimini alıp bugüne kadar edindiğim bilgiler dâhilinde bu iki alanda görüşlerimi, değerli hocalarım ve yazılarından faydalandığım diğer meslektaş ve yazarların bilgileriyle de harmanlayıp sizlere kuran ve yerbilimleriyle ilgili ayet süreleri beraberce değerlendirip konuyla ilgili fikir ve görüşlerimi diğer eser ve makale sahiplerinin görüşleri ile birlikte paylaşmaktır. Eksik olan bu saha ile ilgili beklide önümüzdeki süreçte çok daha kapsamlı çalışmaların yapılmasına vesile olabilir. Bu benim için büyük bir onur olur.

Bu konudaki çalışmalarıma üniversite hocalarımın eserleri kadar bazı alanlarda faydalandığım Sızıntı dergisinin değerli yazarlarının yazıları önemli yer tutmuştur. Ayrıca internet üzerinden konusu ile ilgili son çalışmalarından faydalandığı yabancı bilim adamlarının yazılı ve görsel sunumları proğramlarından da faydalandım. Yabancı bilim dergilerini de imkan dahilin de araştırdım. Bu işin fen bölümü idi.

Çünkü sadece bilimsel bir araştırma derleme yazısı değil bu çalışma. Aynı zamanda Kurandaki ayetleri ve anlamlarını da incelemek ve jeolojinin sahasına giren konuları inceleyip onlarla ilgili günmüzün bilgileri ışığında yazmaktı amacım. Yani işin sadece matematik bölümü fen bölümü değil mana bölümünüde göz önünde bulundurmak gerekiyordu. Bunun dışında beni aşan kuran ilmi ile ve ilgili ayetlerin meallerindeki manalarının neleri kapsadığı gibi konuları güvendiğim, ilmine inandığım hocaların eserlerinden faydalandım. Prof dr. Hayreddin Karaman,prof dr Mustafa Çağrıcı,Prof dr İbrahim Kafi Dönmez,Prof dr sadrettin Gümüş beraberce hazırladıkları diyanet işleri başkanlığı yayını olan Kur’an Yolu Türkçe meal ve tefsirinden faydalandım. Hasan Tahsin Feyizli hocanın Kuran meali Feyzül Furkan dan faydalandım. Müfessır: Seyyid Alaeddin Ali Bin Yahya Es- Semerkandi nin Bahrul Ulum Tefsiri , Elmalılı M.Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili ve birçok ilim adamının kitaplarından tefsirlerinden de faydalandım.

Fakat günümüz şartlarında ilmi açıklamalarda bulunurken konuyla ilgili son gelişmeleri yakından takip etmeye çalıştım. Bu konularda İslam tarihinde neler yapılmış kimler hangi araştırmaları yapmışlar diye bir arşiv taraması yaptım. Bu sırada değerli meslektaşım Jeo. Müh. Nevzat Bayhan’ın güzel bir yazısına rastladım. Bu konularda bizden önce kimler neler yapmış Müslümanlar yerbilimlerinde nerelere gelmişler bunları öğrenmemiz lazım bizim geçmişte nerede olduğumuzu bilmemiz ilerleme ve istikametimizin nereye olması konusunda yardımcı olacak bizlere.

İSLAM TARİHİNDE YER BİLİMLERİ İLE İLGİLENEN ALİMLER.


“İslâm ilim tarihine göz gezdirildiğinde jeolojinin meteoroloji, coğrafya ve kozmoloji gibi ilim dallarıyla birlikte ele alındığı görülmektedir. Müslüman ilim adamlarının birçoğu, üzerinde yaşadıktan gezegenin yapısını, oluşum mekanizmasını, madenlerin meydana gelişini, yerkabuğundaki değişimleri ve tektonik hareketleri açıklamaya çalışmış, yaptıkları sayısız keşif ve müşahadelerin yanısıra, İslâm'ın temel varlık ve yaratılış anlayışının ışığında Dünya ve daha genel olarak kâinat hakkında esaslı görüşler ortaya koymuşlardır. Burada enteresan olan husus, günümüzde saha jeolojisi çalışması yapan bir jeologun kullandığı pusula, lup, altimetre, mikroskop vb. âletlerden tamamen yoksun olunan, hele hele sondaj tekniğinin mevzubahis bile olmadığı o dönemlerde ileri sürülen, temel açıklamalar getirmeye yönelik bu tesbit, görüş ve teorilerin günümüzde kabul edilenlere yakın ve yer yer aynı olmasıdır.

İslâm jeoloji tarihinin ilk dönemleri incelendiğinde, IX. yüzyılın başlarında el-Câhız “Kitab-el Hayavan ve Kitabul Maâdin” isimli eserleriyle göze çarpar. Asıl adı Ebu Osman Amr bin Bahr olan Canız (776–869) daha küçük yaşlarında ilim meclislerinde ortaya attığı fikir ve eserleriyle tanınmış ve Halife Memun tarafından saraya kabul edilmiştir.

Daha sonra Basra'ya çekilen ve orada vefat eden âlim edebiyat, ahlâk, psikoloji, botanik, zooloji, jeoloji gibi ilim dallarında söz sahibi olmuş ve kendisinden sonra gelenlere Aristo ve eski Yunan etkisinden arınmış bir düşünce temeline dayanan ölçüler bırakmıştır.

“Kitabul Hayavan” adlı eserinin bir bölümünde dağların, kayaların, deniz ve nehirlerin oluşumuyla ilgili ayrıntılı bilgiler veren Cahız, bazı kayaların başlangıçta sıvı halde bulunup daha sonra katılaştığını ileri sürerken. Dünya'nın ilk oluşum safhasındaki ergiyik magma halini düşünüyor, “dağlar en son oluştu” derken bu onun, gerek mekanik (çarpışma-collision), gerekse temel (mağmatik yükselim) şekilde dağ oluşum (orojenez) mekanizmasının litosfer tabakasının soğuyup katılaşmasını takiben işlediğini bugünkü detay verileriyle olmasa bile genel hatlarıyla tesbit etmiş olduğunu gösteriyordu.

Ayrıca, denizlerin karadan nehirler yoluyla taşınan maddelerle dolarak kaybolduğunu (regresyon-tortul kara oluşumu), yer tarihi boyunca denizlerin coğrafik bir yer değiştirmeye uğradığını eserinde belirten Cahız, deniz suyu ve kaya kimyası ile alâkalı bilgiler de vermektedir.

“Risale Fi Enva-il Cevahiril Samina ve Gayriha'' ve “Risale Fi Envail Cevahir” adlı eserlerin sahibi olan el-Kindi (803-872) özellikle mineroloji konusundaki enteresan tesbitleriyle dikkati çeker. El Kindi ayrıca izafiyet teorisini geliştirmiş, fizik ve meteoroloji sahasında asırlarca kendisinden söz ettirmiş, optik konusunda ışığın davranışına ilişkin tarifler getirmiş, musikiye ilk defa ilmi bir yaklaşımda bulunmuştur.

Madenlerin oluşumu konusunda Dinaveri, minerallerin fiziki ve kimyevi özellikleri hususunda Cabir Ibni Hayyam ilk akla gelen isimlerdir. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda yaşayan Hayyam irili ufaklı 2000’den fazla eser telif etmiştir. Kendi çağma kadar kabul edilen, Aristo'nun “Madenlerin Asli Unsurları” teorisinin tenkidini de yapan Hayyam, günümüzde geçerli asitbaz kanunlarına kadar benimsenen civa-sülfür teorisini ortaya atmıştır.

Bununla ilgili olarak eserinde şöyle demektedir; “Esas olarak bütün metal ve madenler, pıhtılaşmış sülfürle karışık civadan meydana gelmişlerdir. Birbirlerinden sadece bazı arızi özellikleriyle ayrılırlar. Bu farklılıklar da, sülfürün Güneş'den etkilenmesinden ve yeryüzünün çeşitli yerlerindeki bulunuş şekillerinden kaynaklanmaktadır. Civa ve sülfür bir element meydana getirirken, tabiatlarını korurlar. Fakat birbirlerine o kadar yaklaşırlar ki, göz onları yeni bir şekilde görür. Eğer birisi onları kimyevi olarak ayırırsa, ikisinin de, kendilerine has kimyevi ve fiziki özelliklerini kaybetmediklerini ve birbirlerine dönüşmemiş olduklarını görecektir.” (Bayraktar, M.S. 164).

Zekeriya er-Râzi de minerallerin fiziki ve kimyevi hususiyetlerini inceleyerek, sağlık açısından önemlerini belirlemeye çalışmıştır.

Onuncu yüzyılda ise, el-Biruni ve Mesudi jeolojide yeni bir çığır açmışlardır. Yer yüzeyinden itibaren açılan yarma ve kuyulardan aldığı kesitlerle zemin yapı sini ve tabakalanmayı inceleyen Biruni, kaya birimlerinin oluşum ortamları hakkında yorumlarda bulunmuştur. En önemlisi, bulduğu fosilleri inceleyerek, çalışma sahasının paleocoğrafyası hakkında doğru tahminlerde bulunmuş ve modern paleocoğrafik çalışma metodlarının esaslarını ortaya koymuştur. “Kitapül Tahdid” isimli eserinde şunları söylemektedir: “Benzer şekilde, deniz karaya, kara da denize uzun zaman periyodu içinde dönüşmüştür. Arap yarımadası bir zamanlar denizdi, daha sonra karaya dönüştü. Orada kuyu veya havuz açıldığı zaman, bunun delilleri halen izlenmektedir. Çünkü bunlar (istif) Önce toprak, kum ve çakıl tabakalarıyla başlar. Daha sonra toprakta, belli bir gaye için gömülmesi mümkün olmayan kemikler ve hayvan kavkıları bulunmaktadır. Hatta, çıkarılan bazı taşlara yapışık olarak hayvan kavkıları, iskeletler ve “balık kulakları” adı verilen fosillerin bazen çok iyi korunmuş olduğu gözlenmekte veya yer çukurlarında halen şeklini koruyan, sıkışarak çürümüş hayvanlara rastlanmakta...” (Bayraktar, M.. İslâm'da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Ankara, 1985, s. 159).



Mesudi ise, “Murucu'z-Zeheb” adlı eserinde yeraltı suları ve deprem konularındaki görüşleriyle hidrojeoloji ve sismolojinin, delta ve yanardağlar hakkında tesbitleriyle sedimontoloji ve volkanolojinin temellerini atmıştır.

Ashâbı Kiram (r.a)'ın büyük âlimlerinden Hz. İbn Mesud (r.a)'ın neslinden gelen Mesudi, vefatına (956) kadar “seyyar” denebilecek bir hayat yaşadı ve yüzlerce ilim merkezini dolaştı. “Maadin-il Cevahir” isimli müstesna eserinde sahibi olan Mesudi, 18 ve 19. asır Avrupasında dilden düşmeyen şahsiyetlerdendi.

İbni Sina günümüz jeologlarının, kaya oluşumu hakkında bildikleri “ Sedimanter (tortul) Kaya-Aşınma Taşınma-Birikme Sıkışma” prosesini “Şifâ” isimli kitabında, gözlemlerine dayanarak açıklıyor, sedimantoloji ve stratigrafiyi, temel ilkeler itibariyle, neredeyse günümüzdeki yapısına kavuşturuyordu.

Amu Derya ırmağı kıyılarında, Karakurum dağları ve ovasında yaptığı incelemelerde, özet olarak şu neticelere varmıştır: “Kayalar ya birikme ve taşlaşma sonucu veya çamurların kurumasıyla, ya da suyun katılaşmasıyla oluşurlar” Burada, sudan kaya oluşumu ifadesini, suyun içindeki Si, Ca, Na, Mg, CO3 gibi iyonların aşırı doygunluğa ulaşıp çökelmesi şeklinde anlamak mümkündür. İbn Sina, “yeraltında veya yerüstünde bulunan sular sıcaklık ve topraklaşma nitelikleri sebebiyle taşlaşırlar” derken, muhtemelen bunu anlatmak istiyordu. Coğrafi, şekillerin oluşmasını deprem, tektonik hareket, erozyon, rüzgâr ve ısıya bağlayan İbni Sina, Adams'ın da ifade ettiği gibi, bugün de geçerliliğini sürdüren orijinal görüşler ileri sürmüştür (Adams, F. D., Birth And Deuelogment Of The Gological Sciences, Dover Pub., New York, 1938).

Kilin taşlaşmasını 23 senelik bir periyod içinde inceleyen İbni Sina, fosilleşme olayını taşlaşma, madenlerin oluşmasını ise derinliklerdeki merkezi sıcaklıkla (magma) açıklamış, Mesudi gibi, fosilleri inceleyerek kayaların geçirdiği safhalara yorumlar getirmiştir.

Voltair'in zamanına kadar Avrupa'da fosil veya çürümüş kemikler uğursuz olarak kabul edildiğinden bunlara pek yanaşılmamış, iskeletlerin dev insanların kemikleri olduğuna inanılmıştı. İbni Sina bunların yüzyıllarca önce yaşamış kara ve deniz hayvanlarına ait olduklarını eserinde belirtmiştir.

Minerallerin sınıflamasını da yapan Sina, depremlerin esas sebebinin, derinlerdeki mağmatik faaliyet olduğunu belirtmiştir. Yine deprem konusunda Dımişki (vefatı 1176), sebeb ve neticeleri geniş olarak ele aldığı “Kitabüz Selazil” adlı eseri telif etmiştir.Ortaçağda jeolojinin otorite kabul edilen isimlerinden birisi de Batı'nın “müslümanların Pilinus'u” dedikleri Kazvini (1202-1283) dir. Tahran'a 150 km. uzaklıktaki Kazvin'de doğan Zekeriya bin Muhammed çok kısa zamanda tarih, astronomi ve jeolojide söz sahibi oldu. “Acaibul Mahlukat ve Acaibul Buldan” isimli ansiklopedik eserleri yazan Kazvini, Dünya'nın küre şeklinde olduğunu belirtmiş, hava, su, bitki, hayvan ve madenlerden detaylı olarak bahsetmiş, dağ, dere, ada, deniz ve nehirlerin oluşumu hakkında görüşler serdetmiştir.

Batı'da ancak 1920'de inceleme konusu olan kaya manyetizması ve fosil manyetizma yedi asır evvel Kazvini tarafından ele alınmış, modern jeolojinin keşiflerinden sayılan Reversal Manyetizma (ters dönümlü manyetik alan) daha o zaman, bu müslüman ilim adamı tarafından ortaya konmuştur. Eserinde, dağların oluşumunu ve sebeblerini de inceleyen Kazvinî, “her 36.000 (otuzaltıbin) yılda, yıldızlar dolaşımlarını tamamlarlar ve Yeryüzünde büyük değişiklikler olur; karalar denizlere dönüşür, denizler kurur, dağlar ova, ovalar dağ olur. Kuzey güney olur...” gibi modern bilimlerin vardığı neticelere uygun görüşlerini dile getirmektedir.


Ayrışma, aşınma, birikim alanına taşınma ve depolanmayı, “dağlar güneş ısısıyla toprağa ve kuma dönüşür ki, rüzgarların tesiriyle nehirlere, buradan da denizlere taşınır ve zamanın geçmesiyle aralarda tepeler meydana gelir; böylece denizlerde çıkıntılar görürüz...”

şeklinde ifade eden Kazvinî, 1950'lerde Airy ve Pratt tarafından ileri sürülen “ izostazi”yi (dağların kabukta, yoğunluk farklarına göre ovalık kısımlarla bir denge oluşturması) “dağlar yeryüzünde doğrudan denge sağlarlar...” sözleriyle asırlar öncesinden haber veriyordu. (Zekeriya, el-Kazvinî, Acatbul Mahlukat, Beyrut, 1976, s.298)

Depremleri volkanizma ve mağmatizmaya bağlayan Kazvini, yer altındaki basınç için buharı örnek vererek şunları yazmaktadır: “Buğular ve buharlar yeraltı çukurlarında su halinde yoğunlaşmadığı veya sıcaklık sebebiyle dağıtmadığı zaman çıkış bulamazlarsa, bir kimsenin vücudunu ateşin titretmesi gibi, onlar da yeryüzünü titretirler.”

Oniki ve onüçüncü asırda yetişen birçok jeoloji aliminden, eserleri günümüze kadar gelenler, “Kitabu Azhar-il Efkâr fi Cevâhir-il Ahcâr” adlı eseriyle Et-Tifaşî (vefatı 1254), “Kitabu Kenz-il Ticâr fi Marifet-il Ahcâr” isimli eseriyle el-Kabucakî, ve “Mebahic” adlı tabiat ilimleri ansiklopedisiyle el Vatvat'tır. Bu üçü daha çok mineroloji üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırmış olup, o günün şart ve imkânlarında ulaşılması zor başarılı neticeler elde etmişlerdir.

Osmanlılar devrinde jeolojiyle ilgilenen ilim adamları, Kazvinî'nin eserlerini bu konuda rehber kabul ederek çalışmalarını sürdürmüş ve yeni eserler ortaya koymuşlardır. Ali bin Abdurrahman'm “Acâibi Mahluka ve Durri Meknun”, Şeydi Ali Reis'in 16. asırda günümüze ulaşan ' 'Kitabül Muhit” ve Ali Sipahizâde'nin “Evzahul Mesâlik” adlı eserleri, bu konuda oldukça orijinal sayılabilecek tesbitler içermektedir.

Onbeşinci asrın sonunda Yahya bin Muhammed el Gaffari'nin yazdığı “Kitabul Yakutil Mahazin fi Cevâhir-il Maâdin” ve 16. asırda İznikli Ali Bey'in telif ettiği “Durerul Envâr fi Esrâr-il Ahcâr” adlı eserlerde ise, mineroloji için temel teşkil edecek fikir ve değerlendirmeler dikkati çekmektedir. Onyedinci yüzyılda ise, Farsça'dan Türkçe'ye çevrilmiş olan Hint-Türk Sultanı Evrengzib'in zamanında yaşamış Zeynel Abidin'in “Mecmuatüs Sanayi” adlı mineroloji eseri kıymet taşımaktadır.

Bunların yanısıra aynı yüzyılda, deprem mevzuunda geniş araştırma ve tesbitler ihtiva eden “Keşf-uz Zelzele an Vasf-iz zelzele” adlı eser ise Celaleddih Suyuti tarafından kaleme alınmış ve aynı yüzyılda “Zelzelenâme” adıyla Farsça'ya çevrilmiştir. Varlık âleminin ve külli var oluşun tek bir gayeye yönelik olması, bir diğer deyişle, her bir eşya ve hâdisenin, ebediyet için yaratılan insan için hazırlanmış kainat misafirhanesin deki kısa imtihan döneminde, ona musahar kılınması, “birlik içinde çokluğu ve çokluk içinde birliği” ortaya koymaktadır.

İşte, tek bir Zâtı Kerîm'in ilim, kudret ve rahmet kalemiyle yazılan bu Kâinat Kitabı'na bu gözle bakan müslüman âlimler, tabiatıyla bölmeli bir kafa yapısından uzak kalmışlar, kısaca “Tevhid Sikkesi”ni görmüş ve göstermeye çalışmışlardır. Onlar, Biyosfer'i Atmosfer'den, Litosfer'i Hidrosferden ayrı düşünmemişler ve daha da önemlisi, bütün bunlarla, bunların var oluş gayesi olan insan arasındaki irtibatı da mükemmel bir surette kurmasını bilmişlerdir. Zira onlar, Kuran Kainat'ı okurken, dinlemesini bilenlerden olmuşlardır.”[1]

Allah’ın yeryüzünü yaratırken bir çok ilmi kullanmıştır. Bu ilimlerden binlercesi katında Levh-i mahfûz da saklıdır. Zilzal süresinde jeoljinin bir başka alanı (sismolji,deprem bilimi) içine giren faaliyetler olaylar gerçekleşiyor. Karia süresi 5. Ayet, Mearic süresi 9. Ayet Volkanlar yanardağlar var. Buna benzer daha bir çok ayet jeolojinin kapsadığı alanlarda örnekler veriyor. Kavimlerin yok olmasında ,cezalandırmalar da hep jeoloji ,meteoroloji,hidroloji, Oseonografya bilimleri yer almıştır.Biz bunlara doğa olayları diyoruz. Böyle deyince sanki olaylar kendiliğinden oluyormuş gibi bir izlenim oluşuyor. Halbuki bütün bunlar Allah’ın izniyle oluyor.

59. Gaybın anahtarları da O’nun katındadır, onları O’ndan başkası bilmez.(2) Karada ve denizde olan (her) şeyi O bilir. Bir yaprak düşmez ki (Allah) onu bilmesin. Ne yerin karanlıkları içindeki bir tane, ne yaş, ne kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitab’da (Levh-i mahfûz veya İlm-i İlâhî’de) olmasın.

“Burada Allah’ın ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve olaylardan, düşen bir yaprağa, yerin karanlıklarındaki bitki tanesine, kururluk , yaşlık vb. keyfiyetler gibi en basit varlık ve olaylara kadar her şeyi kuşatıp kapsadığı,dolayısıyla bütün bunların en yüce,en ince bilgi ve kudretle yaratılıp düzenlendiği ifade buyrulmuştur.” Kuran yolu Türkçe meal ve tefsir 2. Sa-414

YERYÜZÜNÜN İNSANLAR İÇİN YARATILMASI.

Bakara 30- Hani, Rabbin meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar, "Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz." demişler, Allah da, "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" demişti.

Kuran kıyamete kadar insanlara yol gösterecek olması onun her çağda güncel kalması ve her çağdaki insanlara hitap edebilmesi için gereken bilgilerle donatılmıştır. Eksiksiz ve doğru olarak günümüze ve kıyamete kadarda var olacaktır.

Bizler bilimde ilerledikçe Kuran da bahsedilen konuları anlamamız daha kolaylaşmaktadır. Yüzlerce sene önceki insanların anlayışıyla şu anda yetişmiş çeşitli bilim dallarında uzmanlaşmış bilim adamlarının kurandaki ayetlerde bahsedilen ilmi konuları anlaması arasında çok fark vardır. Eğer biz 1400 yıl önce çölde develer, atlar, çamurdan kerpiçten evlerde yaşayan, okuma yazması olmayan her an bir zorbanın gazabına uğrama tehlikesi ile kurak ve çorak bir ülkede hurafelerle dolu tanrı diye taşlara tapan bir topluluğa

“ Neml (88) dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Hâlbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler. Bunu, her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan Allah yapmıştır. Şüphesiz O yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”

Ayettin de belirtildiği gibi dağların bulutlar gibi hareket ettiğini söylesek ne anlarlardı. Günümüzde jeoloji ilmindeki gelişmeler, uydulardan yerdeki hareketleri milimetre bazında ölçebilme ve benzer teknolojilerle artık kıtaların yılda 1-5 cm hareketlerini gözlemliye biliyoruz. Bu hareketler milyonlarca senede dağların yüzlerce km bulutlar gibi hareket ettiğini göstermektedir. Kuran sadece indirildiği devre 1400 yıl öncesine hitap etmekle sınırlı kalsaydı kıyamete kadar sürecek yol göstericiliği kalmayacaktı. Kuran indirildiği zamanda ki insanların anlayabileceği bir dilde ve de hayatlarında olan nesnelerle örnekler vererek ayetleri açıklamıştır. Yeri gelmiş deveyi yeri gelmiş alacalı bir ineği yeri geldiğinde bir hurma dalını yeri geldiğinde de boş bir kütüğü örnek vermiştir. Bu örnekler de bahsedilen maddeler malzemeler hep o devirde kullanılan eşyalar ve yaşayan toplumun bildiği nesneler ve canlılardır. Böylece inmiş olduğu toplumun anlamasını kolaylaştırmıştır. Bu arada kullanılan dil hem zamanın hem de gelecek nesillerin anlamasına yardım edecek üsluptadır.

Her topluluğa kendi içinden kendi dilini konuşan peygamberler ve uyarıcılar gelmiştir. Ve zamanın gereken örnekleri ne ise herkesin bildiği öyle ya da böyle kullanıp gördüğü nesnelerle örnekler verilmiştir. Başka coğrafyalarda adını sanını bilmedikleri şeylerden bahsedilmemiştir.

Bazen zamanının çok ötesinde anlaşılabilecek örneklerde vardır. Ama bu örnekler o günkü insana hitap etmiyor değil sadece onun anlayacağı şekilde hitap ediyor. Daha sonra gelecek kavimler topluluklar bunu anlarken farklı yorumlayarak aynı sonuca ulaşacaklardır. O zaman ki insanlara bildikleri varlıklar olan insan ve cinden bahsetmek anlaşılmaz değil Allah’ın yarattığı iki canlı farklı boyutlarda farklı yapılarda iki canlı Allah’ın kulları göklerin ucu, yerin ucu diyerek görebildikleri hayal edebildikleri sınırları anlatıyor. Ayrıca tanıdıkları duydukları en büyük güç nedir yöneticileri kralları imparatorları o bölge içinde sultanları en büyük güç. Yani sultan denildiğinde çok büyük bir güç algılanıyordu o zamanın insanının aklın da. Nasıl ki şimdi arabalarımızın gücünü beygir gücü ile ölçüp tarif ediyoruz; Araban nasıl iyimi gücü ne dendiğinde 100 beygir iyi bir araba diyorsak karşımızdaki de 100 beygiri biliyorsa arabanın gücünü anlıyor. Arabaların motor güçleri ve teknolojisi hakkında bilgi sahibi olan birine 500 beygir arabam var dersen. Arabayı görmeden gücün fazlalığı karşısında ne kadar özel bir araba olduğunu anlar. Karşımızdaki kişi bildiği anladığı bir kelimeyi duyunca idrak edebiliyor. Bu sebepten büyük bir güç ,sultan bir güç olmazsa arzdan ayrılamayacağını Kuran’ın indiği dönemin insanlarına bu şekilde izah ediyor.

Rahman (33)-- Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz.

Burada Rahman (33) de 1400 yıl önceki topluluğun anlayacağı şekilde gökler ve yeryüzünün sınırlarından geçmek için ya da sınırlarına gitmek için büyük bir güç gerekiyor. Bu da 100 binlerce beygir güç üreten roketler ve uzay araçları ile olmaktadır. Fakat daha uzay kavramının bile olmadığı dünyanın yuvarlak dahi olduğunu bilmeyen atmosferi tanımayan yerçekimi gücünü bilmeyen bir topluluğun bunu uzaya çıkmak diye anlamasını beklemek hayal olur. Fakat uzay teknolojisinin geliştiği nerdeyse her ay uzaya bir uydu ya da roket yollayan bir insanoğlunun bilgi düzeyi ile tekrar okunan bu ayetin anlamı.1400 sene önce bu ayeti okuyan insanlardan biraz daha farklı olacaktır. Belki 100 yıl sonra yeni bilgilerle daha da gelişmiş şekilde algılanacaktır. En doğrusunu Allah bilir. Şu konuda daha çok bilgi sahibi olmalıyız. Varlığımızı sürdürecek kâinat ta bildiğimiz tek yaşanabilir yer olan dünyamız. Dünyamız nasıl yaratıldı hangi evrelerden geçti kuran da bununla ilgili ayetler nelerdir. Bu mükemmel düzen nasıl oluştu. Hiç başımızı kaldırıp etrafımıza baktık mı? Dağlara ovalara nehirlere okyanuslara ormanlara taşlara büyük düzlüklere yalçın dağların arasındaki o ender geçitlere tertemiz suya tam oranında olan oksijene (biraz azı ya da biraz fazlasının ölümcül olabileceği bir denge var.) Her şey insanoğlunun tamda yaşaması için gereken oranlarda şekillerde oluşmuştur. İşte her birinin bir mucize olarak adlandıracağımız bu nimetlerini ayetlerin arasından daha dikkatli bakıp okuyup verilen mesajları almalıyız. Yaratıcıya dağların taşların yeryüzündeki her bir zerrenin şahadet getirdiğini bilerek bu ayetleri bir kez daha okuyup düşünmeliyiz. Bildiğimiz manada bilinci olmayan bir taş parçası dahi bu zikri şahadeti yaparken dünyanın yaratılma sebebi olan insanoğlunun bu konuları düşünmemesi çok büyük bir kayıp olur.

Bu sebeplerden dolayı önce dünyamızın oluşumu daha sonra bu oluşumun evreleri jeolojik zamanlar ve bu safhalarda etki eden unsurlar ve bilim dallarının neler olduğu ve nasıl roller üstlendiğine bir göz atalım.



[1] Jeo. Müh. Nevzat BAYHAN Eylül 1990 Yıl : 12 Sayı :140 İslam İlim Tarihinde Jeoloji

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Sayın blog yöneticisi internette dolaşırken sitenize rastladık. Çok önemli bilgiler vermişsiniz. Parsel Bacası olarak başarılarınızın devamını dileriz.